Günlük Yaşantınızdaki Olaylar Çerçevesi =)
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Günlük Yaşantınızdaki Olaylar Çerçevesi =)

Sohbet,Oyun vs.
 
AnasayfaGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Edebi Değerli Hikayeler 4

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

Edebi Değerli Hikayeler 4 Empty
MesajKonu: Edebi Değerli Hikayeler 4   Edebi Değerli Hikayeler 4 Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:49 pm

Umudun Dünyası --------------------------------------------------------------------------------

Her bahar nasırlı ellerin toprağa attığı tohumlar, yeniden yeşerme sürecine dönüşünce, doğa yeniden dirilir. Bir serin şebnem, güneşin de etkisiyle kendini yeniden doğurur. Derin uykusundan uyanır doğa. Umutsuzluğu ortadan kaldırarak aydınlığını, güneşe yönelen gülüşlerini evrene saçar. Yüksek dağlardan süzülerek gelen cemre damlaları gibi, mehtabın ışınlarıyla çocuklara sevgiyi, sevinci, coşkuyu, muştuyu getirir. Çocuklar her sabah yeni bir müjdenin aydınlığına açar gözlerini. Çocuklar için her yeni gün vazgeçilmez bir muştu taşır. Muştusuz yaşayamaz çocuklar. Çünkü, muştu demek umut demektir, umudun diğer adı da muştudur. Umut en umutsuz gecelerde bile öten bir kuştur. Umut vazgeçilmez gıdadır, yaşam için gerekli olan havadır, sudur belki ama çocuk yüreği için elzem olan, umuttur. Muştudur, yarınlara çekilen özlemdir. Umutsuz kalmak karanlıkta kalmak demektir, dayanılmaz zifiri bir hayat yaşamaya benzer.

Kimsesiz bir çocuk, sokak ortasında, sıcak bir somuna uzanır gibi, umuda, bir yudum sevgiye, şefkate uzanır. Ama bulamaz ürkektir, tedirgindir, çünkü kim bilir kaçıncı kez tekmelenmiştir o körpe yüreği, bir sevgi yerine kaç kez azarlanmayı, ihaneti görmüştür. Çünkü yılanlar, çıyanlar sarmıştır dört tarafı.

Hayat ne dedesinin anlattığı kadar güzel, ne de insanlar düşündüğü kadar iyiydi. Yalnız başına yaşamak için verilen mücadele yorucu ve zor bir yarış gibiydi. Hem de hiç tecrübesi olmadan başlamak zorundaydı bu yarışa. Hayat hiç de kolay değildi. Artık kararlarını yalnız başına verebilecek biri olmak zorundaydı. Hayatını yönlendirebilecek biri. Çocuk da olsa sorumluluklarını yüklenebilecek biri olmalıydı. Unutmamalıydı bir de annesinin olduğunu. İki gözü iki çeşme, her gün dövülen, sövülen, hor görülen ama çaresiz, tüm bunlara katlanmak zorunda kalan ve seninle gurur duymasını isteyen bir oğul olmalısın. Bu yüzden bundan sonra ne yapacağına karar vermen ve ona göre davranman lazım. Şartlar ne kadar ağır, acımasız olursa olsun hem çalışıp hem okuması lazımdı.

Suçlu kendisi mi, kaderi mi, tanrısı mı, onu doğuran mı, bilemez. Çocuk aklı ermez bunları yanıtlamaya. Ama insanlara duyduğu güveni sarsılmıştır. Oysa dedesinden hep insanı, emeği, dostluğu, iyiliği, merhameti, doğruluğu, dürüstlüğü, temizliği, ahlakı ve adil olmayı öğrenmişti. Dedesinden öğrendikleriyle yaşamın gerçekleri birbirine zıt düşüyordu. Ve asıl gerçek olan çok katı ve acımasızdı. Kapı kapı iş aramış ama kimse yardım etmemişti. Dünyada yapayalnız kaldığını hissediyordu. Hepsi de birbirinden beterdi insanların, kimse kimseye acımıyordu, bölüşmüyordu yasını, güveni kalmamıştı kimselere. Sığınacağı bir yuva, elini uzatacak bir dost, ona insan gibi davranacak bir aile bulmaktan ümidini kesmişti. Ölmek istiyordu ama gerçekte yaşıyordu ve kimsesizdi. Umut’un durumuna en çok öğretmeni üzülmüştü, isyanını ve üzüntüsünü şu sözlerle belirtiyordu.

‘’Bir ülke eğer yetimlerini hakça ve eşitçe kucaklamıyorsa, onlara analık babalık edemiyorsa, Umut’ların umutlarını karartıyorsa, efendi olacakları köleleştiriyorsa yere batsın. Kalem ve hokkaya ant içerek salt cebini düşünüp vicdanının sesini duymayanlara lanet olsun’’.

Dünyada kimsesiz yapayalnız kalmış, her şeyi yıkılmıştı. Dedesinin yanındaki güven, neşe ve sevgi dolu yılları bir yaz yağmuru gibi gelip geçivermişti. Yinede zeki bir çocuk olarak hayallere sığınarak kimsesizliğine tahammül etmeye, yaşamın acı gerçeklerine karşı durmaya, dayanmaya, direnmeye çabalıyordu. Hayaller yalancıdır belki, ama kimsesiz bir çocuk ancak soluğunda bir tutam fesleğene eklediği an’larla yaşayabilir. Çünkü durduğu yerde yaşayan tek canlı türüdür fesleğen. Adı Umut’tu temiz, masum, olağanüstü duygulu ve çok güzel bir çocuktu. Gözleri pırıl pırıl zekice ışıldardı. Sevimli tatlı sözleri, güzel gözleri vardı. Mutluydu çünkü umutluydu. Yarınlara umutla bakıyordu. Her akşam sevgiyle döndüğü bir evi, çok sevdiği annesi babası vardı. Sevgiyle okşadığı kuzuları vardı.

Henüz ilkokul ikinci sınıfta iken Babasını bir trafik kazasında kaybedince annesi de geçim zorluğuna dayanamayarak evlenip gitmişti. Evlendiği adam Umut’u istemeyince Umut da İstanbul’da bir gecekonduda oturan dedesinin yanına gelip sığınmıştı. Umut dedesinin umudu, yaşama sevinci, dayanağı olmuştu. Dedesi de umut için her şeydi. Anne – baba, dost, kardeş, arkadaş. Hayatta tutunacak tek dalıydı.

Dedesinin ölümü üzerine hayatta yapayalnız kalmıştı. Gülen gözleri hüzünle dolmuş, tatlı sözleri acıya dönmüş, yüzü asılmış, neşesini, yaşama sevincini tümden yitirmişti. Hayatında tek sevdiği sığındığı, canını istese vereceği, varlığıyla teselli bulduğu, hayatta tek dayanağı, umudu dedesi de onu bu dünyada yalnız başına bırakıp gitmişti.

Henüz daha babasının acısını taze bir yara gibi yüreğinde taşırken, arkasından ikinci büyük darbe de dedesinin ölümüyle gelmişti. Hem de yıllar sonra. Yıkık gönlünün tek tesellisi umudunun, sevgisinin tek odağı, gözünün bebeği dedesi amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Oysa Erzincan’dan İstanbul’a ne ümitlerle, ne hayallerle gelmişti ancak hayatın kötü oyunu burada da peşini bırakmamıştı…

Bundan sonra ne yapacaktı Umut, kime naz edecekti, üşüdüğünde kimin kucağına sığınacaktı, “dedeciğim” diye kime sarılacaktı. Oysa bir çocuk kimsesiz ve sevgisiz kalmışsa, nefessiz kalmıştır. Bilin ki boğulmaktadır. Ve kimsesizlik ateşi yüreğini yakıp kavururken, kanamaktadır. Her yerde bir serinlik, güveneceği bir insan kokusu aramaktadır, şifa ummaktadır; ama kaderin kovaladığı insanın ocağı tütmez. Başını sokacağı, yüreğini ısıtacağı bir yeri olmaz. Bazen kendini öylesine çaresiz hissediyordu ki omzuna yaslanıp sıcaklığını duyacağı, bazen de rahatlayıncaya kadar sarılıp gözyaşı dökebileceği bir insan arıyordu…

Her işe çıkışta ya da okula gidip gelişte, içten içe bağ kurduğu ve dedesinin de çok sevdiği asırlık çınarın altında nefeslenir, dinlenir, sonra yoluna devam ederdi. İçi burkulunca iyice mahzunlaşır, bir yolunu bulur çınarına koşar, gökyüzüne uzanan nasır gövdeli iri yapraklı çınarla konuşur dostluğuna sığınırdı. Hafif esen rüzgarın salladığı yaprak sesleri arasından kulağına çıngırak sesleri gelirdi. Bu ses alır götürürdü onu köyünün bahçelerine, kırlarına, sularına, hayvanlarla olan dostluğuna…

Bahar gelmişti. Her yer yeşillikler içindeydi. Daha öncede dedesiyle geldiği bu yerlere acıyla bakıyordu. Uzaklarda deniz köpük köpük dalgalanıyordu. Ağaçların dalları ve yaprakları çimenler üzerinde koyu gölgeler oluşturuyordu. Ufukları seyrederken dedesini düşünüyordu, yoksul dedesini ve inanmak istemiyordu kendisini yapayalnız koyup gittiğine. Küme küme olup kızıllığa bürünen bulutların üzerinde güneş ağlıyor gibiydi...
Ölmeden önce dedesinin neden ona yaşlı gözlerle sıkı sıkı sarılıp derin derin ah çektiğini şimdi daha iyi anlıyordu. En son okuldan gelip gülümseyerek dedesinin boynuna sarılıp öptüğünde, yaşlı dedesinin nefes almakta zorlandığını görmüştü. Öleceğini biliyordu yaşlı adam ama bunu Umut’a anlatmaya, açıklamaya nasıl başlayacağına karar verememişti. Onu üzmeden anlatmak kolay olmayacaktı. Şimdi her zamankinden daha çok çaresiz, dayanaksız hissediyordu kendini yaşlı adam. Yutkunup boğazını temizlerken boğazı düğümlenmiş, dudakları titremeye başlamış ve gözlerinde iki damla yaş süzülmüştü. Ellerini Umut’a uzatıp ona sevgi ve şefkatle sarılmıştı gücünün yettiğince...

Bir taşın üstüne oturup yoldan gelip geçenleri seyre koyuldu. ‘’Bütün çocuklar evine dönüyor’’ diye düşündü. Sıcak bir yuvanın özlemi vardı gözlerinde; içinde anne, baba, dede kardeş kokusu bulunan. Dipsiz bir kuyu gibi gittikçe derinleşen yalnızlık duygusu ve kimsesizlik korkusu o çocuk yüreğinde onarılmaz yaralar açıyordu.

Her akşam buğulu çocuk gözlerine bin bir acı dolar, kimsesiz gecekondusunda yorganı başına çeker, dedesinin elbiselerine sarılıp, gece boyu korkuyla ürpererek gözlerindeki yaşlarla öylece uykuya dalmaya çalışırdı. Çoğu geceleri zaten kabusla geçiyordu. Oysa güzel rüyalarla uyanmalıydı bir çocuk, apaydın sabahlara. Bir yağmur altında ıslanan tohumların renk renk filizlerinde yaşamalıydı, dolu dizgin umutlar fışkırmalıydı tomurlarından. Koklandıkça açıveren. Açıverdikçe etrafına neşe ve sevgi saçan. Acaba diyordu peşinden koştukça kaçırdığı, kovaladıkça ardından yetişemediği, sıcak bir sevgiye hasret, tek başına dünyayı omzunda taşımak zorunda kalmış kendisi gibi kaç çaresiz çocuk vardı dünyada. Korumasız ve yalnız...

Dedesinin ölürken kendisine bıraktığı paraya dokunmak gelmiyordu içinden, çünkü onunla dedesine yakışan bir mezar yaptırmayı düşünüyordu.
Her sabah erkenden kalkar fırına koşar, fırıncıdan aldığı simitleri sokak sokak dolaşıp satarak, sonra da okulunun yolunu tutardı. Okul dönüşü de bazen manavdan aldığı limon ya da portakalları satar, bazen de küçük bir aşevinin mutfağında bulaşık yıkayıp kazandığı üç beş kuruşla geçimini sağlamaya çalışırdı. Bütün hayali; çalışıp okuyup, başarmak, güçlü bir insan olmak ve annesini o insafsız üvey babasının elinden kurtarmaktı… Ama kimsesiz, küçük yavru bir kuş gibiydi Umut. Konacak dal arıyordu, oysa konacağı her dalın altında bir avcı beklemekteydi.

Umut hastaydı ve üç gündü ateşler içindeydi, yatağından kalkamıyordu. Aç yatıyor ve kımıldayacak gücü kalmamıştı.Dışarıdan insan konuşmaları ve çocuk sesleri geliyordu, ancak kendisi evinde yapayalnızdı.
Yavaş yavaş anlamaya başlamıştı yaşadığı yüzyılın acımasızlığını ve ne zaman yalnız kalsa ağlamaya başlardı hemen, yüreğini yakan acısıyla. Her akşam iki gözü iki çeşmeydi zaten, dokunulmayı unuttuğundan beri.
Vakit buldukça dedesinin mezarına topladığı kır çiçeklerini götürüp bırakırdı Umut. O gün de topladığı çiçekleri mezarının üstüne bıraktıktan sonra, çömeldi ellerini açıp dua etmeye başladı. Dua ederken, gözlerinin önünden dedesinin hayali bir film şeridi gibi akıp gidiyordu. Bütün sevgisiyle, içtenliğiyle, şefkatiyle capcanlıydı dedesi.

Neredeyse gerçekmiş gibi duruyordu karşısında. Kimseye anlatamadığı acısını, yalnızlığını, kimsesizliğini dedesine anlatmaya çalışıyordu. Zaten öldüğüne bir türlü inanmak istemiyordu, her an çıkıp gelecekmiş gibi hissediyordu. Yaş*****n kötü bir şaka olmasını; dedesinin o sevimli muzipliği ile çıkıp gelmesini ne kadar dilemişti. Yanında ölmüş olmasına rağmen, dedesinin öldüğüne bir türlü inanmıyordu. Beklenmedik bir anda çıkıp gelmesini bekliyordu. Fakat şu toprak altında yatıyordu dedesi. Gerçek buydu, zaten gerçek ile hayal arasında geçip gidiyordu günleri.

Umut dedesine çok alışmış, kimsesizliğini onunla tatmıştı. Şimdi yavrusuz bir koyun, anasız bir kuzu gibi kimsesizdi. Umut eşilen bir çukura bir insanın nasıl atıldığını, bir tohum yada fide eker gibi oraya nasıl ekilip, üstünün toprakla örtüldüğünü rüya görür gibi seyretmişti. Herkes gibi o da dönmüştü. Son bir defa başını kaldırıp üstündeki selvilere bakmıştı. Orada artık dedesi de yapayalnız ve kimsesizdi.

Öğle güneşi selvi ağaçlarının arasında sızıp dedesinin mezarına vuruyordu. Rüzgar mezarın üstündeki çiçekleri sağa sola devirirken, bir uğultu ağaçların yapraklarından ıslık sesleri çıkararak ortalığı çınlatıyordu. Rüzgarın sesine, kuşların cıvıltıları renk renk kelebeklerin uçuşları da katılmıştı.
Gün sanki onun üşüdüğü için ısınmıştı ama eksik olan bir şeyler vardı hayatında. Gözlerini kapatıp hayallere daldı. Güzel şeydi hayal!. Hayata tat veriyor, avutuyordu.. Ama, onun ardındaki acı gerçek ortaya çıkınca daha bir başka yıkılıyordu insan. Uyumak istedi, dedesinin mezarına sarılıp.Tam uykuya dalacaktı ki gökyüzünde yol alan göçmen bir kuş sürüsü gördü. O an kendisi de bir yavru kuş olup uçmak istedi. Yorgundu, uyku gözlerinde akıyordu. İçinde bulunduğu büyülü dünyanın, çiçeklerin, uçuşan kelebeklerin o eşsiz havasının renkleri karşılıyordu gözlerini. Kesin emin değildi güneşin sarı olduğuna da. Sadece varsayımlar üretiyordu hayata dair. Bazen korkuları hayallere dalmasına engel oluyordu ama mahmurlaşan gözleri ağır bir film çekimi gibi birden derin uykulara dalıverdi. Ve o da rüyasında mavi küçük yavru bir kuş olup uçuverdi hayallerine doğru, bin bir yeni umutla. Artık başlamıştı yolculuğa. Sevgiye, şefkate, özgürlüğe uçmak arzusuyla…
Şimdi meydan okumalıydı korkulara kimsesizliğe. Teslim olmamalıydı umutsuzluğa. Büyümeliydi. Yüreğinde özenle biriktirdiği ve sakladığı hüznüyle, kederiyle devam etmeliydi hayata. Gerekirse dişe diş didinerek. Gece tüm yolları örmüştü, buna rağmen uçmalıydı korkmamalıydı; kanatlarını çırparak giz dolu ufuklara süzülmenin ve uçmayı öğrenmenin tam zamanıydı. İleri atıldı küçük yavru kuş, üzülmeye fırsat bulamadan yeryüzünden ayrılışına.

Ve uçtu hayallerine doğru bin bir yeni umutla. Gözyaşları döküldü çiçeklerin taçyapraklarının üstüne, billur damlaları gibi parıldıyordu gözyaşları. Uçmak güzeldi ama yine de garip üzüntüsünü atamamıştı üzerinden. Geri dönse miydi acaba, kendisine küs çiçeklere ‘ merhaba’ dese miydi? Ama hayır geride kalanlar geride bırakılmalıydı. İleriye doğru uçmalıydı, çektiği bu korkunç acılardan sıyrılmalıydı; bir daha yeryüzüne dönmemek pahasına da olsa.

Yükseldi küçük yavru kuş, kurtuldu derin üzüntülerin dipsiz kuyusundan ve yol aldı ufuktaki hedefine doğru, durmadan dinlenmeden, bir kuğu sürüsüyle beraber. Gökyüzünde bakınca denizin mavisini görüyordu artık aşağılarda. Ama kendisi sürünün en gerisinde gidiyordu, gücü tükendi tükenecekti ama pes etmiyordu. Göğün kızıllığını görüyordu, bir iç çekti yavru kuş, boynunu büktü, çünkü burada da yalnız kalmışlığın acısını his ediyordu. Yine de kanat çırpa çırpa yükselmeye başlamıştı. Gitgide yükseliyor, yükseliyor yükseliyordu. Gece oluncaya dek kanat çırptı. Kanatlarını çırpıyordu hala, ama yol alamıyordu artık. İndirdi kanatlarını sonunda, aşağıya doğru süzülmeye başladı. Karanlık çöktüğünde ise gözüne ilişen ilk ağacın dalına bıraktı kendisini. Öyle yorulmuştu ki, yere iner inmez uyandı.
Ne kadar da mutlu olmuştu, rüya olsa bile, bunun hoşnutluğunu tüm benliğiyle hissediyordu ve bu mutluluk hiç bitmesin istiyordu. Rüyasında, güneşe ulaşmayı başarmıştı. Mavi kanatları, minicik ayaklarıyla güneşte gezdiğini gördü. Yine de, rüyada da olsa mutluydu, büyümeyi, öğrenmeyi başarmıştı, gerçek sevincin içindeki hisler olduğunu anlamıştı.

Güneşe baktı Umut, bedeni sımsıcacıktı. Bu, herhalde yüreğinin sıcaklığıydı. Ama nasıl olurdu? Gördüğü sadece bir rüyaydı. Hala uçuyordu sanki, inanmadı, inanmak istemedi umut. Tam düşünceleri değişiyordu ki, başına konan kelebekleri gördü. Müthiş acıktığını hissetti, kalktı acelesi olmayan adımlarla hayaller kurarak evine doğru yürümeye koyuldu; hiç bir şey düşünmeyecek kadar yorgundu. Trafik ışıklarına varmadan boş bulduğu bir anda koşarak caddenin karşı tarafına geçmeye çalıştı.

Tam o anda yolda hızla geçen bir arabanın acı fren sesi sarstı ortalığı. Bir an gözlerini açtı Umut. Göğün kararmakta olduğunu gördü. Boynunu geriye doğru uzattı, gözlerini yumdu tekrar. Hiç bir yanını oynatmıyordu. Şimdi güneş de, ay da, yıldızlar da daha solgundu.
Uçmaya devam ediyordu küçük yavru kuş. Yol arkadaşları gitgide uzaklaşıyordu. Yetişemiyordu. Kanatlarından vurmuştu avcılar…

Uçamayacaktı bir daha, kanatları güneşe değmeyecekti. Ama yine de geçip gidiyordu işte, ince bir nakıştan, kanatları mavi bir ışıktan. Acının, yalnızlığın, kederin uzağından. İçindeki uzaklığı ve zamanı yenerek, sonsuzluğa uzanarak hep aynı yerde buluşacaktı sevdikleriyle…
Şimdi hep yükseklerde uçacaktı umut, kanatları yorgun ve yaralı da olsa. Beyaz beyaz bulutlara dökerek içini. Uçacaktı sonsuzluğa doğru…

Sahi kaç yaşındaydı umut
Gökyüzü kaç yaşında
Toprak kaç yaşında
Özlemi kaç yaşında
Ya gözlerindeki parıltılar
Yüreğindeki çırpınışlar
Sahi umut kaç yaşındaydı
Yaşam kaç yaşındaydı
Ölüm kaç yaşında


En son tarafından Ptsi Ocak 28, 2008 5:05 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

Edebi Değerli Hikayeler 4 Empty
MesajKonu: Geri: Edebi Değerli Hikayeler 4   Edebi Değerli Hikayeler 4 Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:51 pm

Umudum
--------------------------------------------------------------------------------

Tükenmeyen tek umudum oldun bugüne dek. Hiçbir zaman beklenin gelmeyeceğini
bile bile hiç tüketmedim umudumu. Oysa biliyordum asla benim olmayacağını.
Bu yalnızlığın vuslatı yoktu. Ancak rüyalarımda yaşayabilirdim bu anı. Ve ne
zaman gözlerimi kapasam rüyamda hep o an gerçekleşiyordu. Uyandığımda ise
bir mutlulukla telefonuma bakışlarımı hatırlıyorum da sonu hep aynıydı ama
ben yinede bakıyordum belki aramıştır diye. Gün bitiyordu ve her güne yine
bir umutla açıyordum gözlerimi. Günler böyle geçip gidiyordu. Ne beklenen
dönüyor nede umutlarım tükeniyor.
Hayatımda ise sonu olmayan tek şey aşkıydı. Sevmek için değil sevdiğim için
hala kalbimde saklı. Duymak istemese de ve duymasada haykırıyorum yinede
sevdiğimi. Korkum yok kimseden. Ne sevdiğim için pişmanım ne de sevgime
karşılık vermediği için kırgınım. Ben seviyorum bu bana yetiyor. Ama her
zaman olmuyor, an geliyor deli bir özlem yüreğimi sızlatıyor. Gözlerim bana
inat ağlarken ben gülüyorum. Çünkü ben sevdiğim için mutluyum.
Oysa bu aşk neler alıp gitti hayatımdan. Belki de en önemlisi olan
duygularımdı. Hiçbir duygu olmadan nasıl yaşanır onu öğreniyorum şimdi.
Karşımda herhangi bir insanın ne durumda olduğunu umursamadan üstelik.Çünkü
tüm duygularımı esir aldı bu aşk. Belki de tek pişmanlığım buydu aşka dair.
Gerçekleri kabullenmek o kadar da kolay değildi seven kalbim için. Bir daha
hiç dönmeyeceğinin düşüncesi yüreğimde artçı depremler oluşturuyor. Büyük
bir sarsıntının ardından enkaza dönen yüreğimde bu artçılar öyle küçük
kalıyor ki. Yeni yeni canlanmaya başlayan hayatımda gördüğüm bir rüyanın
sabahında kendimi yine bu enkazın altında buluyorum. Çünkü beklenen sadece
rüyalarımda geliyor.
Şimdi yorgunum. Kendimi öyle bitmiş hissediyorum ki artık bu enkazdan sağ
çıkmak hayal gibi görünüyor. Her bulduğum yerde tekrardan kaybettim aşkı.
Öyle çok seviyorum ki onsuz her şey yabancı, her şey anlamsız geliyor. Bir
daha sever miyim böyle bilmiyorum. Ben aşkı onunla bulmuş, onunla
yaşamıştım. Şimdi yalnızlık bir yılan gibi çöreklendi yüreğime. Sevsem de
dön demek imkânsız. Ne kadar seviyorsam o kadar da eminim sevilmediğimden.
Bunu bile bile tekrar reddedilmek beni korkutuyor.
Ne olursa olsun emin olduğum tek şey hala büyük bir özlemle bekliyor oluşum
ve hala deli gibi sevdiğimdir.
Belki de hiçbir zaman yüzüne söylemeyeceğim iki kelimeyle uzaklardan
sesleniyorum şimdi; Seni Seviyorum… Seni Seviyorum… Seni Seviyorum…

Uçan Balon
--------------------------------------------------------------------------------

Kelimeler yetmiyor bunu söylemeye dilim varmıyor kulaklarım duymak istemiyor öldüğünü bu karanlık korkusu beni alıp götürüyor bir umut doğuyor içimde sana gelirim diye yanında bir yer var mı beni al melek olup uçuyor musun İstanbul semalarında beni ister misin yine inan artık ağlayamıyorum göz pınarlarım kurudu suya bakamıyorum dökülen her yaş senin için yakınımda olduğunu hissediyorum kokun sarmış etrafı gerdanından sarkan kalpli kolyen değiyor gelmeye korkuyorsun ama ben sana doyamadım gül yüzünü saklama artık saklanacak ne kaldı iplerim senin elinde bırak artık yanına geleyim beni uçur sana kavuşayım hadi durma uçur balonunu..
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

Edebi Değerli Hikayeler 4 Empty
MesajKonu: Geri: Edebi Değerli Hikayeler 4   Edebi Değerli Hikayeler 4 Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:51 pm

Uzman Dil Bilgisayarı
--------------------------------------------------------------------------------

Birazdan cellatlarım gelecek, ayak seslerini duyar gibi oluyorum. İdam cezam, açık arttırmayla ihaleye çıkmış ve ihaleyi Paris’ten bir “Suyu Alınmış Soğan Konservesi Fabrikatörü” kazanmış.
Celladımı merak ediyorum. Yüz binlerce dolar ödeyerek infaz hakkını almış. Bu konuda da garip iddialar ve hikayeler var. Her şeyin kâr ve kazanç olduğu dünyamızda insan öldürmeyi merak eden zenginler, mahkemelerin açtığı ihalelere girip açık arttırmalarla infaz hakkını satın alıyorlar. Yüreği katılaşsın diye çocuklarına ya da evlilik yıldönümlerinde hanımlarına infaz hakkı hediye edenleri duyuyordum. Bakalım benim celladım ne yapacak?
Biraz önce son isteğim olarak bir avuç içi bilgisayar istedim. İdamım yaklaştıkça hayatım ve yaşlı insanlardan duyduklarım ve öğrendiklerim hollografik olarak gözümün önünden geçiyor ve bir bütünlük kazanıyor. Bu yazdıklarım büyük ihtimalle sonsuza kadar yok olacak. Zayıf bir ihtimalle de gönlü temiz, bir gardiyanın eline geçecek. Gönül sözcüğünün artık hiçbir dilde karşılığı olmasa da ...
***
2095 yılında, otuz dört yaşında iken, unutulmuş dillere olan aşırı merakım yüzünden, Anatolia yerlilerinin, eskiden konuştuğu dili iyi bilen bir kişinin yaşadığını duyunca, içimde bu ölü dilin tek canlı konuşanını bir kerecik olsun dinlemek için dayanılmaz bir istek duydum.
Erroyl’ün doksan yaşını aşmış, ince, eğrilmiş vücudunun üstünde iliştirilmiş gibi duran iğreti yüzü ve boynu, meşin kaplı yaşlı bir sedir ağacının kabuğunu, boğum boğum parmakları ise aynı ağacın köklerini andırıyordu. İnce, keskin kıvılcımların seyrek de olsa, lastik toplar gibi bir belirip bir kaybolduğu ışıltılı gözleri, gönlündeki arzu ateşinin yandığını, talih yıldızının gökte parlamaya devam ettiğini, bu nedenle de ümitlerinin sürdüğünü fısıldıyordu.
Zamana meydan okuyan Barish “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet”ten ömür boyu evde yaşama cezasına çarptırılmıştı. Aynı suçtan hükümlü diğer mahkûmlar öldüğü ve yıllardır iyi hali göz önüne alındığından, bu unutulmuş mahkûma konuk olmak için izin almam zor olmadı.
Erroyl, berbat bir Çingilizce ile konuşuyordu ve 2020’li yıllara kadar Anatolia’da çoğunluğun Türkçe konuştuğunu savunuyordu. İddiası asılsızdı, çünkü o yıllardan arşivlerde duran kolej kitapları, haber bültenleri Çingilizce idi. Filmler de Çingilizce idi. Dudak hareketleri tutmuyordu fakat, bu başka bir dilin varlığına kanıt olamazdı. Yaşlı adam Ara sıra da son derece zengin vokallerle uzun şiir cümlelerine benzeyen sözcük kümeleri mırıldanıyordu. Şaşırtıcı olansa, konuştuğu gerçekten de bir lisana benziyordu. İlk anda onda renkli, canlı gözlerinin, ışık düşmüş pamuklara benzeyen saçlarındaki parlaklık dışında bir hayat belirtisi yoktu. Yaşlı adam konuşup coştukça, yüzünün kırışıklıklarının arasında kuşkonmaz dallarını andırarak belirgenleşen karanlık yeşil, kırmızı kılcal damarların altında yosunlu bir kaya dokusu gibi duran derisinin, daha da canlandığına tanık oldum. Birdenbire:
-Bu kadar zor hayat koşullarında nasıl yüz yıl yaşayabildiniz? Diye sordum.
Bir çocuğun güven dolu masumiyetine bürünüveren yüzü aydınlandı.
-Bu dili en az bir kişiye öğretmeden ölmemeye kararlıyım! Dedi.
-Nasıl olabilir? Bir dili öğretmek için vaktin yok gibi! Dedim.
-Bu yer yüzünün en kolay öğrenilen dili! Dedi. Eğer birazcık matematiksel zekânız ve dil öğrenme yeteneğiniz varsa kısa bir zamanda öğrenebilirsiniz.
Başımın belaya girdiğini anladığımdan ürperdim:
-Benim ölü bir dile ilgi duyabileceğimi nerden çıkarıyorsun ? diye çıkıştım.
Fakat o kendinden emindi:
-Kimse kırk yıldır unutulmuş bir mahkumu başka bir şey için ziyaret etmez! Dedi.
Böylece öğrenme aşkıyla yanıp tutuştuğum, bilgiye acıktığım günler günleri kovaladı. İşi gücü tamamen bıraktım ve ihtiyar ustamdan gerçek bir dil öğrendim. Adını Erroyl Barish değil de tam da onun istediği gibi Erol Barış olarak telaffuz ettikten sonra dostluğumuz arttı. Bana ancak atanın oğluna duyabileceği büyük bir sevgi ve şefkat gösterdiğini hissediyordum. İhtiyar bana hemen her şeyi öğrettiği gün öldüğünde, yüzü sanki yirmi yıl önce ölmüş gibi bembeyaz mumyalaşarak kendinden ışıklıymış gibi aydınlandı. O zamanlar öğrendiğim yeni dilin başıma neler getireceğini bilemezdim.
***
Yirminci Yüzyıl Bilimkurgu Edebiyatı Tarihi üzerine doktora yapmıştım. Yazarların çoğu, XXI inci yüzyılda da ışın tabancalarıyla savaşacakları hayalini kurmuşlardı. Bütün bunlar; güçlü olan zayıf olanı yok eder, her iki insanın olduğu yerde çatışma vardır öngörüsünden kaynaklanıyordu. Öngörü tartışılırdı ama, yüzlerce çatışma biçimi içinde birbirini yok etmek, köleleştirmek, bence temel yanılgı idi.
***
Eskiden oklar, kurşundan yapılmış metal tanecikler püskürterek savaşan insanların yaşamış olması beni hep hayrete düşürmüştür... Genişleyen barut gazıyla hareket eden ve insanlara saplanan bu tanecikler, günümüzde yerini daha tesirli silahlara bıraktı. Teknolojik gelişmeler sürerken insan ilişkileri ile ilgili bilimler taş devrini aşamıyordu. Bir iki bilge yazar, silahların gelişmesinden önce insanın değişime uğrayacağını ve düşmanlık duygularının silineceğini öngörmüştü. Oysa XXI inci yüzyılda insanlar geçmiş çağların vahşetinin toplamından fazla yıkım yaptı.
Ulusal ordular tarihe karıştıktan sonra küresel şirketlerin birbirlerini yok etmek, ya da geri bıraktırmak için, kurdukları güvenlik ordularıyla giriştikleri sabotaj ve imha savaşlarında, önemli kahramanlıklar göstermiş aile büyüklerim var. Hatta kola ve patates pulu (cipsi) savaşlarında ailemiz fedakârca kayıplar vermiş, madalyalarla ödüllendirilmişti. “Küresel Barış İçin Küresel Dil” teziyle başlayan “DİL SAVAŞLARI” projesine asker olarak katılan dedem üstün hizmetlerinden dolayı “Kutsal Ada” ‘ya gitmek şerefine erişmişti. Koruma ordularının büyük ölçüde robotlara dönüşümü sonucu işsiz kalan diğer insan askerlerle birlikte katıldığı isyanlar bastırılınca, babam da isyana katılmak ve bir sürü robota zarar vermek suçundan dolayı kendini “Kutsal Küresel Uygarlığa Karşı İşlenen Günahlar Mahkemesi’nde” bulmuştu. Aile onurumuzu lekeleyen bu günahkâr hatıranın izi kimliklerimize işlendiğinden beri her yerde karşımıza çıktı.
***
Çingilizce konuşan Küresel imparatorluk Çince İngilizce kırması bir dil geliştirmişti. Hint, İspanyol, Alman, Japon dil adacıkları dışında bütün dünyayı kuşatmıştı. Irak’ı kimyasal silah üretmekle, İran’ı terörizme destekle suçlayan zihniyet, bizi dünya kültürüne yeterince patent üretmemekle, sanat ve bilime katkı yapmamakla suçladı.
Günümüzde, çoğunu Anglo-saksonların oluşturduğu iki yüz milyona yakın nüfusuyla Dünya’nın insan doğasına en uygun iklime sahip bölgesi kabul edilen yurdumuz Anatolia’da yoksul bir akrabasını ziyarete gelmiş armatör gibi, bir köşeye ilişmiş oturuyorduk. Bizler, ancak garson, animatör, oda hizmetçisi, bahçıvan gibi mesleklere sahip olabiliyorduk.
Atalarımız karşılaştıkları uygarlıkların eserlerini tercüme etmek yerine top yekün dillerini öğrenmeye heves etmişlerdi. Farsça, Arapça, Fransızca ve İngilizce derken bu heves bin yıl sürmüş ama gerçek olmamıştı. En etkili öğrenme silahları olan Türkçelerini de unutmuşlardı. Türkçe kitaplar zamanla yok olmuş, şiirler belleklerden silinmişti. Türkçe’nin bilim dili olabileceğini savunanlar cezalara çarptırılmışlardı. Gerçi bu cezalar kobay olmak, domuz çiftliklerinde ve nükleer tesislerde temizlikçilik gibi “Küresel Mutluluğa Katkı” türünde süslü isimli hafif cezalardı, ama bir dilin yok olmasına yetmişti.
Birkaç milyon kişi kalmış biz yerlilerin de bir dilimiz, tarihimiz, kültürümüz var mıydı? Türkçe diye eski bir dil olduğunu biraz okumuş, yazmış herkes biliyordu, fakat bu Türkçe nasıl bir şeydi?
Hocam Erol Barış’tan bu büyük dili öğrendikten sonra konuşabilecek ikinci bir kişi aramaya başladım. Bu sohbet etme tutkusu yakalanmamın nedeni oldu. Jozefin adlı Angora yerlilerinden bir kızla tanıştım, ona dil öğretmeye başladım. Ne var ki, Jozefin bu öğrendiklerini Clara adlı Pamfilyalı (Sinop) bir yerli kızla ve Peter ve Zozan adlı Kapodakyalı gençlerle paylaşınca hep beraber yakalandık. Meğer Anatolia’da özellikle İkonya ve Kapadokya’da çiftliklerde amaçsız da olsa, bu ölü dili birkaç yüz sözcükle de olsa gizli gizli konuşanlar varmış.
Deliller aleyhimeydi. Diğerleri küçük cezalarla kurtulabilirdi fakat, ben yanmıştım. Türkçe’nin kurallarıyla birlikte 500 bin sözcüğünü oluşturan sözcükleri, deyimleri, ihtiyarın rehberliğinde hazırladığım paha biçilmez arşiv incelenmek üzere tüm “Evrensel Dil Yasası’na Muhalefet” vakalarında olduğu gibi Uzman Dil Bilgisayarına (UDB) yüklendi.
***
Uzman Dil Bilgisayarı (UDB) kökeni tek bir kaynaktan gelen, bir dil geliştirmek için çalışıyordu. XXII inci yüzyılda konulan bilimsel hedeflere yönelmek için gerekli olan beş milyon sözcüğü üretmek üzere yapılandırılmıştı. Bu hedeflerden bazıları insan ömrünü dört beş yüz yıla çıkartmak, ölümsüzlüğe yaklaşmak, yıldızlara erişmek; ışığın, enerjinin yeni yasalarını keşfetmek gibi işlerdi. Çingilizce tek bir kaynaktan çıkmadığı; en az dört kabilenin Çince’nin sözcüklerinin ve dil kurallarının rast gele yan yana gelmesinden oluşan bir dil olduğu için, yeni tanımları, kavramları, soyutlamaları karşılayabilecek birbirine ilintili sözcükleri ve yapılarını içeren, bir bilim diline şiddetle ihtiyaç vardı.
Çince gibi tek heceli dillerden Arapça gibi içten kırılmalı dillere kadar bütün dünya dilleri inceleniyordu. (UDB), tek bir kökten türemiş bir dil inşa etmek için ilk beş bin kökten, beş milyon kelimeye ve milyonlarca kavrama çıkabilecek bir kök dil üzerinde çalışıyordu.
Dilin hareket kabiliyeti sanal satranç tahtasına benzer bir alanda geliştiriliyordu. İnsan beyninin kullanılan, kullanılmayan bölümleri, kıvrımları, sanal alemde, Sahra Çölü genişliğinde sonsuz bir ülke gibi uzanıyordu. Pek çok gruba ayrılmış piyonlar, edatları, ünlemleri ve basit sözcükleri sembolize ediyordu. Atların ve fillerin yanında develer, kartallar, kangurular ve daha pek çok sembol, kavramları karşılamak üzere yerlerini almışlardı. Evrensel dil için evrensel similasyon! Evrenin ve insan beyninin sanal alemde modeli yapılmıştı. Her taş, sonsuz yüzey üzerindeki konumuna ve diğer benzer taşlarla ilişkisine göre yeni anlam bütünlükleri ve hareket yeteneği kazanmaya çalışıyordu.
UDB, bu özelliklerinden dolayı da mahkemede görülen dil davasının delillerini incelemek üzere bilirkişinin kullanımına sunulmuştu. UDB delilleri incelerken yıllardan beri yaratmaya çalıştığı sanal dilin gerektirebileceği pek çok özelliğin Türkçe’de olduğunu algıladı. UDB ile yıllardır araştırma yapan mahkemede bilirkişi olarak bulunan bilginler olağanüstü buldukları bu olayı sevinçle karşıladılar. Binlerce yılda ve geniş bir coğrafyada insanlığın ortak bilincinin katkılarıyla sağlam kurallara ve anlam katmanlarına sahip olmuş bu dil insanlığı XXII inci yüzyıldaki hedeflerine ulaştıracak yetenekteydi.
Sahra Çölü büyüklüğündeki sonsuz sanal yüzeyde beş milyon kadar anlam türemiş, yeni ilişki ve hareket yetenekleriyle de hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli türeyen ve ufku kaplayan milyonlarca anlamlı birlikler oluşmuştu ve oluşmaya devam ediyordu. Nice ünlü matematikçiyi kendine çekip çıldırtan bir zamanların efsanesi sonsuz ötesi matematik yolu da bu sayede yarılanacak gibi görünüyordu.
***
Kabile dilleri bile değerlendirilmişken, Türkçe’nin böyle bir deneye konu olmamak nedeni 2050 yılına kadar tamamen siyasiydi. Bu topraklardaki zengin kaynaklar, hepsinden önemlisi iklim ve su, ortak insanlık hedeflerine hizmet eden büyük şirketlere kazandırılmıştı. Farkları derinleştirilerek 60 halk halinde “küresel uygarlığa katılmaya hak” kazandırılmışlardı. (!) Sonraları ise bu büyük dil, arşivlerden bile silinmiş hiçbir bilim çalışmasına konu olmamıştı. Yerli halk, geçmişte Kızılderililere, Sibirlere uygulanan benzer nüfus planlamaları sonucu % 10 seviyesine inmişti. Aborjinler kadar kalmıştık.
Önce benden daha çok yararlanmak için tutukluluk halimin kaldırılmasına karar verdiler. Kısa bir zaman sonra tutukluluğu geçici olarak kaldırılan biri olduğum unutuldu. Bana pek derin bir saygı ve kıskançlıkla yaklaşıyorlardı. Söylediğim her cümle anında kayda geçiyor, formüller ve şemalar halinde bilgisayar pencerelerinde yansıyordu. Dünyanın sesli ve yarım seslileri bakımından en zengin diliyle yaptığım cümleler, işi bilen dil bilimciler tarafından heyecanla karşılanıyordu.
İnsanlık geç de olsa büyük bir dil keşfetmişti. Kendimi kobay gibi hissediyor, günler, geceler boyu bu kök dili konuşuyordum. Artık yirmi ikinci yüzyılın bilimsel hedefleri tutturulabilecekti. Bilgisayarlar bu dil üzerine kurulacaktı. Çingilizce ile bugüne kadar türetilmiş bazı sözcüklerin baş harfleriyle oluşmuş sözcükler, yenileriyle değişecekti. “Tutturulabilecekti?” ya da “Geliştirtmemeliydiniz” diyebilmek için diğer dillerle yedi sekiz kelime yan yana yazılmalıydı. Eklemeli bir dil olan Türkçe’de bir hece hatta çoğu yerde bir harf, bir ses bile anlam gelişmesi ya da değişikliği sağlıyordu. Bu zenginlik Türkçe’nin dünyanın en eski ve en geniş coğrafyaya kendi gücüyle yayılmış olmasından ileri geliyordu. Türkçe, sözcük sayısından ziyade kuralları ve yapısı bakımından insanüstü bir dehanın ürünü gibiydi.
Yıl 2104’tü. Bu son otuz yılın en büyük buluşuydu. Bir dilin kıymeti ve insanlık için önemi, tamamen yok edildikten 20 yıl sonra fark ediliyordu. Zaten yirminci yüzyılda Yağmur Ormanları başta olmak üzere bütün dünyada yok edilen yüz binlerce bitki ve hayvan türünün gerçek değeri de yeni anlaşılıyor, şimdi laboratuarlarda yeniden üretilmeye çalışılıyordu.
Bir sirk yıldızı gibi gezdiriliyordum. Saçmalasam da bütün konuştuklarım şiir hatta müzik gibi kabul ediliyordu. Aynı zamanda nedenini o sıralar tam anlayamadığım bir endişeyle yeni şöhretimden, gücümden korkmaya başladım. Haksız olmadığımı kısa bir zaman sonra anlayacaktım.
Yerlilerdeki ulusçu uyanışlar sürüyor, önlemlere rağmen direnişler artıyor, Türkçe’ye dönülüyordu. Direnişçiler: “beş yüz kelimeyle Çingilizce konuşmaktansa aynı kelime kadrosuyla Türkçe konuşmayı tercih ederiz...” “Madem Türkçe bize yüz yılda unutturuldu, demek öğrenmek için yüz yıla ihtiyacımız var...” diyorlardı. Sokaklarda “Bana Türkçe bir sözcük öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Yazıyordu.
Yerlilerin çoğu, pahalı robotlar kullanmanın ekonomik bulunmadığı sahalarda yaptıkları ikinci veya sonuncu sınıf işleri aksatıyorlardı. Biraz gelişmiş yerliler, eskiden bu arazinin, maden ve kaynakların kendilerinin olduğunu söylüyorlardı. Avrupa kökenliler ise yapılan anlaşmaları sıralıyorlardı. Çingilizce eğitim yapan okulları kendiniz açtınız. Borcunuz karşılığında önce madenleri, kıyıları, sonra toprakları, su kaynaklarını elinizle satıp imza ettiniz. Bizler güneş yüzü görmeyen soğuk ülkelerden gelip artık buralı olduk, diyorlardı. Gerçekten de tam böyle olmuştu.
İsyanlar büyüdükçe beni korku sarmaya başladı. Çünkü Türkçe’nin sırlarını bilen son kişi bendim ve ortadan kaldırılmam gerektiği söyleniyordu. İsyancılardan yani benim gibi yerlilerden nefret etmeye başladım. Onları kişiliksiz buluyor, ortak insanlık hedeflerine hiçbir katkısı olmamış aşağılık, dejenere sürüsü olarak görüyordum. Madem dilinizi bu kadar seviyordunuz da neden unuttunuz? Eğer bu dile gereken ilgiyi gösterseydiniz şimdi insanlık yıldızlara erişecekti, insan ömrü bin yılı bulacaktı! Diyordum.
***
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

Edebi Değerli Hikayeler 4 Empty
MesajKonu: Geri: Edebi Değerli Hikayeler 4   Edebi Değerli Hikayeler 4 Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:52 pm

Eğer erdem, sanatın; sanat, bilimin; bilim, teknolojinin bir menzil önünde gitseydi gidebilseydi; petrol tankerleri dünya denizlerini kirletmeden önce füzyon enerjisine, hidrojen enerjisine , ışın enerjisine geçilmiş olacaktı. Denizler kirlenmeyecek, canlı türleri yok olmayacak, petrolden de solar enerji birimleri yapmak gibi çok daha çeşitli ve yararlı alanlarda yararlanılabilecekti.
Kök dilin devreden çıkarılması da benzer bir felaketti. Dillerinden sonra, yurtlarından da cayan bu insanları affedemiyordum. Yavrularını yiyen vahşi kediler, yumurtalarını yuvadan atan çirkin kuşlar gibi torunlarının geleceklerini satmışlar ve onların ıstıraplı hallerini yaşlılıkta seyrederek, acı içinde sefalete gömülmüşlerdi. Beyaz kefenlere bürünmüş sevimsiz ölülerin mezarlarından kalkarak, yaşarken işledikleri günahları her kafadan bir ses çıkararak itiraf ettiklerini görür gibi oluyordum.
Meğer benim kızdığım hakaret ettiğim insanlar masummuş. Geri kalmamışlar, geri bıraktırılmışlar. Toplumları geri bıraktırabilmek meğer, tarihin derinliklerinde başlamış, siyaset sanatının en gizli ve iğrenç yüzüymüş. Bizans bile Hasan Sabbah’ın sahte cennetine kadın göndermiş... Avrupa hurafe bataklıklarını kurutup Rönesans’a geçerken, hurafe fabrikalarında her türlü gelişmeye hatta akla karşı, düşünce akımları, yüzlerce yıl üretilip Anadolu’ya ve çevresine şırıngalanmış. Bu uğurda yaratıcı beyinler iğdiş edilmiş, zekalar törpülenmiş, şahsiyetler biçilmiş, yetenekler tırpanlanmıştı.
***
Yabancılar önce götürebileceklerini taşıdılar. Soğuk ve yağmurlu ülkelerine alıp götüremeyecekleri bir şey vardı bu topraklarda. Bütün sömürdüklerinden, bütün bunların toplamından daha değerli olan bir şey! İklim! Bu yeryüzü cennetinin iklimiydi. Dallarında beş yüz çeşit meyve hevenk oluyor, kırlarında on binlerce yabanıl bitki buruk kekremsi kokularıyla, gökkuşağından alınma renkleriyle ana sütünden leziz öz sularıyla, baygın kokularıyla saltanat sürüyordu. Önce dev eğlence yerleri açıldı. Yerli halk bu para harcama tesislerinin çarklarını döndürmeye başladıktan sonra güzelim köyler, su kaynakları, ormanlar, insan eli değmemiş dağ zirveleri birer birer el değiştirdi.
***
Bu yeni dil meraklılarına ibret olsun diye beni cezalandıracaklardı. Ben yok olursam ölü bir dilin canlanma umudu kaybolacak, bilgisayarlarda formüllerde kullanılan bir dil kalacaktı geriye. Böylece tekrar içeri atıldım.. Bilim insanlarından da bana acıyan, saygı duyan kişiler vardı. Her anı kaydedilmek şartıyla araştırmalarıma ve görüşmelerime izin veriliyordu. Güçsüz olduğum zamanlarda keşke Aspendos’taki Alman köylerinde inek bakıcısı olarak çalışsaydım ya da Perge’deki domuz çiftliklerinde, diyorum. Gordion (Polatlı) yakınlarındaki altın ve Molibden World Company’de de çalışabilirdim. Anatolia yerlileri gibi beş yüz kelime ile konuşsaydım, boraks ya da uranyum madenlerinde bile çalışabilirdim. Başım da belaya girmezdi.
***
Ayak sesleri artıyor. Bakalım celladım hangi öldürme yöntemini deneyecek? Artık gittikçe artan bir merakla hep onu düşünüyorum. Ayak sesleri duyulmadan önce bir ara dalmışım. Rüyamda 2004 yılındaydım. Türkçe konuşmanın henüz suç olmadığı, çok güzel Türkçe konuşanların bulunduğu, bookstorlarda (kitapçılarda) rafların en az yarısının henüz Türkçe kitaplarla ve Türkçe sözlü disklerle dolu olduğu yıllarda... Temiz yürekli, iyi insanların henüz bulunduğu yıllarda...
SON
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

Edebi Değerli Hikayeler 4 Empty
MesajKonu: Geri: Edebi Değerli Hikayeler 4   Edebi Değerli Hikayeler 4 Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:53 pm

Ünlü Çin Filozofu Lao Tzu'nun Bir Öyküsü
--------------------------------------------------------------------------------

Bir köyde, yaşlı bir adam varmış.. Çok fakir.. Ama, Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz ati varmış ki... Kral, at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama, adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost.. İnsan dostunu satar mi?" dermiş hep... Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarin başına toplanmış.. "Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Simdi ne paran var, ne de atın" demişler.. İhtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demiş.. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atimin kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mi, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.. Dönerken de, vadideki 12 vahşi ati pesine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.. "Babalık" demişler.. "Sen hakli çıktın.. Atinin kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Simdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atin geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz, kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.." Köylüler bu defa ihtiyarla açıkça dalga geçmemişler ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarin tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, simdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.. "Bir kez daha hakli çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Simdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.. İhtiyar "Siz, erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kirdi. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.." Birkaç hafta sonra, ülke, büyük bir savaşa girmek zorunda kalmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarin kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savasın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşüp köle olarak satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.. "Gene hakli olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, Şansmış meğer.." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Tanrı biliyor." Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlamış : "Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatin küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklin durması halidir. Akil, insani daima karara zorlar ve gezi asla sona ermez Bir yol biterken, bir yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, bir başkası açılır.
Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
__________________

Üç Çocuk
--------------------------------------------------------------------------------

Üç kadın çeşme başında toplanmış konuşuyorlardı.Az ötede ihtiyarın biri oturmuş, kadınların çocuklarını methetmelerini dinliyordu.

Kadınlardan biri:
-Benim oğlum öyle marifetlidir ki, hiç kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez...Tam bir cambazdır o! İp üzerinde bir yürüse de görseniz.

Diğer kadın heyecanla atılarak:
-Benim oğlumun sesini bilseniz, dedi. Tıpkı bir bülbül gibi şakır. Yeryüzünde hiç kimsenin böyle bir sesi yoktur.Allah vergisi bu...

Üçüncü kadın susup duruyordu. Diğerleri sordular:
-Sen çocuğunu niye övmüyorsun? Nesi var ki?
-Çocuğumun çok üstün bir tarafı yok ki... Ne diye durup dururken öveyim onu.

Kadınlar kovalarını doldurup yola koyuldular. İhtiyar adam da peşleri sıra yürümeye başladı. Kadınlar ağır kovaları taşımakta güçlük çektikleri için ara sıra duruyor ve dinleniyorlardı. Sırtları ağrı içindeydi. Bu sırada çocukları onları karşılamaya çıktı.

Birinci çocuk hemen elleri üzerinde havaya kalkmış, çeşitli marifetler gösteriyordu. Kadınlar gözleri hayretten büyümüş haykırdılar:

-Aman ne kabiliyetli çocuk!..

İkinci çocuk altın gibi bir sesle öyle güzel şarkılar söyledi ki, kadınlar gözleri yaşlarla dolu hayranlıkla dinlediler onu... Üçüncü çocuk koşarak geldi, annesinin elinden kovayı aldı ve eve kadar taşıdı.

Kadınlar ihtiyara dönüp:
-Bizim çocuklarımız hakkında ne diyorsun, dediler.

İhtiyar şaşkınlıkla:
-Çocuklarınız mı? Dedi. Onları bilmem. Yalnız biri vardı, annesinin elinden kovayı alıp eve taşıdı. Onu çok beğendim...
Üç Arkadaşın Hazinesi
--------------------------------------------------------------------------------
Bugün seni özledim sevgili aynacık. Hemen akşam olsun istedim. Çünkü benim için hazırladığın güzel masalları özlemiştim. Çağırdım çağırdım, gelmedin. Şöyler misin, masallar hep gece olunca mı okunmalı?
Ve aynacık ay gökyüzüne çıkar-çıkmaz, soluğu padişah kızı’nın yanında almış. Masalı anlatmaya başlamadan önce ona şunları söylemiş: Masallar gecenin karanlığında yaşar. Hem uyumadan önce anlatılsın ki güzel rüyalar göresin. Haydi şimdi dinlemeye başla.Baratis adındaki bir ülkede kış mevsimi çok uzun geçermiş. Öyle soğuk olurmuş ki; ilkbahar hiç gelmeyecek sanılırmış. Artık insanlar soğuk gecelerden sıkılırlarmış. Dua ederlermiş. Sıcak günlerin gelmesini isterlermiş.
Bahar gelir-gelmez de insanlar kendilerini sokağa atarlarmuş. Kırlarda gezintiye çıkarlar, çiçek toplarlarmış. Çocuklar bütün kış boyunca dışarıda oynauamadıkları oyunların tadını doya doya çıkarırlarmış.Kışın donan nehirler, gürül gürül aköaya başlarmış. Boyunlarını büken ağaçlar gökyüzüne doğru uzanırlarmış. Yani ilkbahar tüm güzelliğiyle gelirmiş insanların arasına.İşte bu ülkede uzun kış mevsiminin ardından bu güzel baharlardan birisi çıkagelmiş. Çoluk-çocuk insanlar kendilerini sokaklara atmışlar. Bu insanlar arasında üç tane can-ciğer arkadaş varmış. Bunlar da tabîatın tadını çıkarmak için yemyeşil dağlara tırmanmaya başlamışlar. Konuşa konuşa yürüyorlar, ağır ağır ormanın derinliklerine dalıyorlarmış.Bir süre sonra yorgunluk hisseden bu üç arkadaş kocaman bir çam ağacının gölgesine oturmuşlar. Az ileride usulca akan bir derenin şırıltısını duyuyorlarmış. Bahar yeli yaprakları hafif hafif sarsıyormuş.
Bu üç arkadaş sohbet ederken, birisinin eline çiviye benzer bir şey batmış. Elini kanatan şeyi merak eden adam toprağı sıvazlarken birden demir bir kapak yerinden oynamış İyice meraklanan adam kapağın altında ne olduğunu öğrenmek istemiş ve kapağı kaldırmış. Bir de ne görsünler, içeriye doğru uzanan karanlık mı karanlık daracık bir yol çıkmış ortaya. Önce ürkmüşler karanlıktan. İçeri girmekten çekinmilşer. Fakat bir cesaret gelivermiş üzerlerine başlamışlar yürümeye.
Yirmi adım ancak yürümüşler, birden jarşılarına üç adam boyunda bir kapı çıkmış. Korkarak itmişler kapıyı. Bu kapı, büyük bir odaya açılıyormuş. Üç arkadaş hayretler içinde kalmışlar. Sanki odanın içinde güneşten bir parça varmış. Parıl parıl parlıyormuş oda. Çil çil altınlar, küme küme duruyorlarmış yerlerde. Yakutlar, elmaslar, inciler…
Çılgına dönen adamlar öücevherlerin içine atmışlar kendilerini. “Zengin olduk, zengin olduk” diye bağırıyorlarmış. Bir süre sonra yorulmuşlar ve bir köşeye oturmuşlar. Birisi;
--- Bu mücevherleri nasıl taşıyacağız, diye sormuş.
Diğeri ibir fikir atmış ortaya:
--- Ben şehre gideyim. Siz burada bekleyin. Atları alıp hemen dönerim. Sonra da hep beraber yola koyuluruz.
Bu fikir kabul edilmiş. İkisi beklemeye başlamışlar, üçüncüsü şehre doğru yola çıkmış. Giderken aklına öyle kötü düşünceler girmiş ki; arkadaşlarını öldürmeye karar vermiş. Şöyle düşünmüş:
--- Neden o kadar parayı üçe böleyim ki? Paranın tamamı benim olabilir.
Bu düşünceden bir türlü vazgeçemiyormuş. Eve varınca karısına;
--- Artık çok zengin olacağız, demiş. Hemen tencereler dolusu yemek hazırla. Arkadaşlarım acıkmıştır. Onlara götüreceğim. Ben çarşıya gidiyorum, almam gerekenler var.
Adam evden çıkmış, tanıdığı ne kadar kişi varsa bir bir ziyaret etmiş. Atlarını bir süre için ödünç almış. Eve dönerken kuvvetli bir zehir satın almayı da unutmamış. Heyecanla eve gelmiş, karısının yemekleri hazırladığını görünce daha bir heyecan kaplamış yüreğini.Karısı görmeden cebindeki zehiri çıkarmış, yemeklere koyup bir güzel karıştırmış. Daha fazla zaman kaybetmeden yemekleri yanına almış ve atlarla yola çıkmış. Giderken de düşüncelere dalmış:
--- Şimdi arkadaşlarım ne çok meraklanmışlardır. Pek de acıkmışlardır. Kimbilir nasıl da yiyecekler bu lezzetli yemekleri. Ben de onları seyredeceğim. Yaşasın hazinenin tamamı benim olacak. İkisini de öldüreceğim.
Fakat hazinenin yanında kalan iki arkadaşı da boş durmamışlar. Onların da akıllarında kötü düşünceler gezinmekteymiş. Aralarında şöyle konuşmuşlar:
--- Gelir-gelmez onu öldürmeliyiz. Neden hazineyi üçe bölelim ki? İkiye böleriz daha çok paramız olur.
Heyecanla bekliyorlarmış. Biri kapının sağ köşesine, diğeri kapının sol köşesine yerleşmiş. Saatler geçmiş aradan ve nihayet atların nal seslerini duymuşlar. Adam da arkadaşlarına seslene seslene geliyormuş:
--- Ben geldim. Güzel güzel yemekler getirdim size.
İçeriden sevinç çığlıkları yükselmiş, fakat yerlerinden kımışdamamışlar:
--- Hoşgeldin, sevgili dostumuz. Gözümüz yollarda kaldı. Nerelerdeydin? Bizi merakta bırakman hiç doğru değil.
Adam yavaş yavaş odaya doğru yürümüş. Tam kapının ağzına gelmiş ki; ikisi birden adamın üzerine atlamışlar. Bir çırpıda öldürüvermişler arkadaşlarını. Hiç de üzülmemişler bunu yaptıkları için. Güle-oynaya yemekleri önlerine çekmişler. Başlamışlar afiyetle yemeye. Fakat pek kısa bir aradan sonra zehir etkisini göstermiş. İkisi de ne olduğunu anlayamadan son nefeslerini vermişler.
Böylece hazineye üçü de sahib olamamış. Açgözlülükleri yüzünden hazinenin tamamını kaybetmişler. Paylaşmanın ne kadar güzel, insanları sevmenin ne kadar yüce bir duygu olduğunu hiçbir zaman öğrenemedikleri için canlarından olmuşlar. Bu hayatta paradan güzel öyle çok şey var ki…
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

Edebi Değerli Hikayeler 4 Empty
MesajKonu: Geri: Edebi Değerli Hikayeler 4   Edebi Değerli Hikayeler 4 Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:53 pm

Vietnam Gazisi
--------------------------------------------------------------------------------

" Anne-baba , San Francisco' dayım ... Artık eve dönüyorum , ama sizden bir şey rica ediyorum ; yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum ... "

" Memnuniyetle oğlum , onunla biz de tanışmak isteriz ."

" Fakat bilmeniz gereken bir şey var ... O, savaşta ağır yaralandı ... Bir mayına bastı ve bir koluyla bir ayağını kaybetti . Onun şimdi gidecek hiçbir yeri yok . Bu yüzden gelip bizimle kalmasını istiyorum ..."

" Bunu duyduğumuza üzüldük oğlum . Belki elbirliğiyle onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz ..."

" Hayır anne , baba ... Lütfen ... Onun bizimle yaşamasını istiyorum ..."

" Oğlum " dedi babası " Sen , bizden ne istediğini bilmiyorsun . Onun gibi bir özürlü bize korkunç bir yük olur . Bizim kendimize ait bir hayatımız var ve bunun gibi birşeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz . Bence hemen bu arkadaşını unutup eve dönmelisin . O kendi başının çaresine bakacaktır ! ..."

Oğul o anda telefonu kapattı . Ve ailesi ondan , birkaç gün sonra , San Francisco polisinden bir telefon gelinceye kadar haber alamadı ...

Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrenir öğrenmez hemen San Francisco' ya uçtular ve bu olayın kaza değil intihar olduğuna inanan polisler tarafından , cesedi tespit etmeleri için şehir morguna götürüldüler ...

Üzüntülü ana baba morgta kendilerine gösterilen evlatlarını tanıdılar ama bu sırada bilmedikleri birşeyi daha öğrenip dehşete düştüler ;

Kendi oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı …
__________________

Vefasız'a
--------------------------------------------------------------------------------

Geçirdiğimiz o kadar seneye bugün yazık oldu tüm hatıraları diri diri mezara gömdüm kefensiz senin bu kadar nankör olduğunu tahmin edememiştim demek bu kadar değersizim artık çok değil 1 sene öncesine kadar bugün yüzüme bakmadığın kaldırımda senin yanındaydım aslında bana bunu o mekanda yapmayacaktın seni ilk orada öpmüştüm bu her şeyi bitirdi senle ilgili lise defterimde seninle ilgili şiir yok artık sayfaları kopartıp attım çöpe belki benim gibi bir seven bulur Onu hak ettiği kıza armağan eder ama söylemeden edemeyeceğim kilo almışsın bunu sana kızdığım için değil zaten her şey ortada şimdi gördüklerim rüya demeliyim ama değil gerçek keşke şarhos olup bunlar yalan ayılsam yanımda da sen olsan ama yok böyle bir şans merhaba demen yeter di bana yine de canın sağ olsun ben ise dudağım arasına kilitlenmiş şarkıdayım gidelim buralardan dayanamıyorum senin bu vefasızlığına dayamıyorum ve gidiyorum vefasızların olmadığı yere belki hatanı anlar dönersin ama dönüp beni orada da mutsuz etme sen kal olduğun yerde ben başka bir şey istemiyorum...
__________________

Veda Mektubum
--------------------------------------------------------------------------------

İlk önce sen bu satırları okurken ben bu dünyada olmayacağım.Ve de özür diliyorum senden " seni " karanlık ve de koyu yalnızlık deminde sevgisiz bıraktığım icin özür dilerim bahar gözlüm

İlk defa seni sevmiştim:yüreğimdeki sevda ateşini yalnız senin için yakmıştım ve ben ölsem de sen yasadıkça bu sevda ateşi hiç sönmeyecek..Belki bu satırları okurken bir masum güvercinin ürkekliğini ve de gözlerimden süzülen gözyaşlarımın ıslaklığını ; ben yazarken ki ağlayışlarıma sen okurken eslik edeceksin

Can özüm, Beyaz kelebeğim

İlk defa sana açmıştım kalbimin kilitli olan kapılarını. Güneşe kapalı olan gönlümün perdelerini senin tatlı gülüşlerin için aralamıştım. Senin için akıttığım gözyaşlarımı ve de seni üzdüğüm gecelerde uykuların bana haram olduğunu yazmalıyım sevda kokan satırlarıma.İlk öpüştüğümüz bahar sabahı hala aklımda ve solgun dudaklarım hala dudaklarının sarhoşluğunda

Seninle mutluydum. Seninleyken Cennetteki Leyla ile Mecnun gibiydik. Yalnız ve karanlık gecelerimde üşümemek için hep senin hayallerine sarılıp uyuyordum.Sabahları hayata seninle merhaba diyebilmek için gözlerimin önüne senin tatlı tebessümlerini getiriyorum.

Sunu bil ki MELEK KALPLİM; Sensiz Cennette yasamaktansa seninle Cehennemde alev alev yanmaya razıyım ben. Son nefesimde bile ismin olacak dudaklarımda. Kalbimde senin sevgin ve de dudaklarımda ateşin olacak.Gözlerindeki gözyaşlarını sadece ben silmeliyim sadece ben ölmeliyim senin için

Dileğim ; tüm dileklerinin gerçekleşmesi,sana umutlarım kurdun tüm hayallerinin sabahına gerçeğe dönüşmesi Tek istediğim Rabbimden ben gidince gözlerinden süzülecek her gözyaşı damlası için gökyüzünden binlerce mutluluk damlası bırakması..

Ve gidiyorum iste senden uzaklara sessizce ve de seni severek gidiyorum.Gözlerimi yıldızlara , tebessümlerimi güllere kalbimi senin sıcak yüreğine emanet ediyorum.Ve de hiçbir zaman unutma beni senin gözyaşlarını ben uzaklarda olsam da hissederim.Kıyamam gözyaşlarına Sakın ağlama bahar gözlüm..

Acılarını ve de hüzünlerini sahildeki kumlara bırak ki bir rüzgar estiğinde hemen kaybolsun.Mutluluklarını ve de sevinçlerini her zaman gözlerinde sakla ve gülüşlerinde mutlu ol..Mutluluklarında ve sevinçlerinde sevgim ve ben olacağım..

Gidiyorum ve gitmeliyim ama unutma giderken kalbimi yüreğine armağan ediyorum. Ona iyi bak Ben yıldızlar kadar uzak olsam da gerçekte bir nefes kadar yakın olacağım.

Bir gün yanıma gelirsen beni saran kara toprağın üzerinde karları temizle ve de orada bir nazeninin bir sevda tomurcuğu bulacaksın dokun ona. Ve onun yapraklarında sana yazılmış binlerce " seni seviyorum" kelimesi bulacaksın. Belki bedenim toprağın altında çürüse de unutma ruhum ve de kalbim her zaman seninle olacak. Ben senin Cennetin kapısında Leyla’sını bekleyen Mecnun misali bekliyor olacağım. Elveda YILDIZ GÖZLÜM…
__________________
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
 
Edebi Değerli Hikayeler 4
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Günlük Yaşantınızdaki Olaylar Çerçevesi =) :: ! ! Ciddi Konular ! ! :: Edebiyat-
Buraya geçin: